Write a Review

they say it's hard to be happy

0.1

Sokakta yağmur vardı, gök bulutla kaplıydı ve sanki göğü bürüyen bulutların bin misli de onun göğsündeydi. Sadrına dolmuştu onlarcası, zihnini kaplamış ve biraz da gözlerini köreltmişti. Zaten artık kör kalmak istiyordu dünyasına, çevresine ve en çok da kendine. Kendi halini bile görmek istemiyordu, bunca zaman görmüştü de ne değişmişti ki sanki?

Dışarıda yağmur vardı ve o bir bar taburesinin üzerinde zaman öldürüyordu, dakikalar kılıç olmuş gerçeklikle bağlantısını kesmişti çoktan. Akrep ve yelkovan birbirini kovalarken o düşüncelerinin peşinde düşmüştü; hece hece, satır satır olup dökülmüştü gözlerinin önüne zihnindekiler.

Bardağının dibinde kalan renksiz sıvıyı çalkalıyor, oluşan her dalganın içinde nefsini boğuyordu. Dertliydi ve derdi de bitecek gibi durmuyordu. Yirmi yedi yaşındaydı artık, bir yerlerde kopan bir şeyler şimdi bütün olmasına engel olmaktaydı. Yirmi yediydi ve yolun yarısına kadar geldikten sonra tamamlanması da pek mümkün gelmiyordu kulağa.

“Seni tanıyorum.”

Şimdi şehrin unutulmuş bir köşesinde olsa da parıldayan bir pubda pipetini ısırıp durmaktan ileri gidemiyordu sürüklendiği varoluş krizine karşın elinden gelenler. Sokak yağmur, gök bulut, içi huzursuzluk doluydu.

Tanıyamadı ona seslenen sesi, zaten kendini tanıyamamışken bunca zaman başkasını nasıl tanıyabilirdi ki insan? Başkası değil miydi cehennem olan bir insana daha her şeyin başında? Mutluluk mu istiyordu, hah, var mıydı sahiden öyle bir şey?

Gözleri uzun ince bardağının dibinden usulca bar tezgahının mermerine, yüzüne “21” dövülmüş barmene, ardından da arkasındaki şişelere dokunarak yavaşça sesin kaynağına yöneldi bakışları.

“Sen şu emo grubundaki gitarcısın, değil mi?” Ses durmadı, yeşil bakışları onu bulduğunda devam etti sözlerine. Yumuşak bir sesti ama bozuk bir aksanı vardı. Nereden geldiğini çıkaramamıştı, işin aslı ilk kez duyduğunu bile söyleyebilirdi. İki dudağından pek dökülmezdi de kelimeler halihazırda meydana çıkanları da pek sık dinlerdi. Susan adamlardandı o.

Kıpkırmızı bir elbise vardı üzerinde, loş sarı ışıkların altında ilk bunu fark edebilmişti. Omuzlarına dökülen düz saçlarını geriye attı boş eliyle, diğer elinde bir bira şişesi tutuyordu. Kaşları havaya kalkmış, kahkülleri arasında kaybolmuştu, dudakları şaşkınlıkla bükülmüş, sevimli bulunabilecek bir gülümsemeye ev sahipliği yapmaktaydı.

Onun soluk beyaz renginin aksine onun buğday teni sağlıkla parıldıyordu sanki, hatta öyle ki Michael’ın ölüme yakın görüntüsüne inat o yaşamayı tercih etmiş gibiydi.

“Emo mu?” dedi kaşlarını çatarak. Biraz farklıydı ama emo da sayılmazdı yani. Belli ki bu kadın İngilizce bilmiyordu ya da dili sürçmüş olacaktı. Bir parça sinirlenmişti ama sinirini göstermemeyi tercih etti, zaten hep içinde yaşardı, bunu bir kez daha yapmanın mahsuru yoktu.

“Doğru, benim ülkemdeki emoları düşününce siz pek emo sayılmazsınız.” Gülümsedi Michael’a, gülümserken de bir adım daha yaklaşmış, saçlarını geriye attığı eliyle yanındaki sandalyeyi işaret etmişti. “Oturabilir miyim?”

Herkesten kaçıp gelmişti, kimliğinden ve dostlarından, kıskıvrak yakalanmıştı kimliğine işte yine. Kâinat büyük dünya küçüktü sahiden de. Evrendeki küçücük bir zerreydi, varlığının bunca zaman içine çektiği onca kedere gerek var mıydı şimdi gerçekten? Her bir keder parçası değil miydi onu sükûnete hapseden, kelimelerini sarf edilmeye değecek kadar değerli görmesine mani olan? Gördükçe sünger gibi içine çekmiş, biriktirdikçe biriktirmişti.

Başını hafifçe sallayarak onayladı onu, genç kadın yanına usulca ilişirken reddetmeyi denedi kendini. Mahsuru olmazdı belki benliğinden çıkıp yeni bir kimlik yaratmanın başkasına karşı, hem kendi olmaktan daha kolay değil miydi bu? Sözde yargıçların hükümsüz yargılarına, ani mahkemelerine kendini teslim etmekten yorulmaz mıydı her insan? Her insan bir parça tatile ihtiyaç duymaz mıydı?

“Değilim. Benzettin herhalde.” Bakışlarını kendi bardağına çevirip siyah pipetini kırmızı dudaklarının arasına aldı. Bardağının dibinde kalan tüm sıvıyı midesine göndermeye koyulurken küçük bir bakış attı hemen yalanının ayyuka çıkıp çıkmadığına dair bir ipucu yakalayabilmek için. Belki de bu sabırsızlığıydı böyle olmasına sebep olan, hayatta her şeye sabırsızdı işte. Bardağının sonunu hızla görmesi gibi dünyaya da gözlerini erken açmamış mıydı ve erken kapatmayacak mıydı zaten?

O da önündeki şişeye bakıyor ve bu kez aleni bir şekilde gülümsüyordu. Eğer bu kadar loş olmasaydı bar Michael onun elmacık kemiklerinde beliren kızarıklığı, eğer gözlerine bakıyor olsaydı tıpkı kendisininkiler gibi yeşil olan gözlerindeki parıltıyı görebilirdi.

“Yazık oldu.” dedi kadın dudaklarını birbirine bastırmadan hemen önce. Aksanı Michael’ın kulağını tırmalıyordu her kelimesiyle, zihninde istemediği bir yer açıyordu kendine. Başını yastığına koyduğunda ya da kalemi kağıdı eline aldığında aklına gelecekti kelimeleri söylerken yaptığı yanlış vurgular ve yanlış telaffuz ettiği sesler. “Çok inandırıcıydın oysaki.”

“En azından denedim.” dedi Michael, şimdi iyiden iyiye bardağının dibine gömülmüştü bakışları. Eğer derin bir nefes çekseydi ciğerlerine kadının kokusunu bile soluyabilirdi. Düşündüğünden de yabancıydı genç kadın ona, zihninde de varlığında da düşündüğünden daha fazla yer edinecekti oysa.

“Merak etme. Seni burda gördüğümü kimseye söylemem.” Dudaklarına fermuar çekiyormuş hareketi yaptıktan sonra anahtarı omzundan atıyormuş gibi yaptı. Ardından ince parmakları bira şişesine dolanıp rujundan geriye birkaç çizginin kaldığı dudaklarına ulaştırdı. Başını geriye atıp şişenin dibinde kalan son birkaç yudumu mideye indirirken ince boynu gözler önüne serilmişti.

İncecik bir zincir parıldıyordu, hoyrat birkaç tel saç da mesken edinmişti tenini. Eşit aralıklarla dizilmiş üç küçük ben bile sayabildi Michael, tenini de zihnine kazıdığının farkında olmadan.

Bu kez Michael’dı gülen, kimsenin umurunda olduğunu pek sanmıyordu. Herkes bir yere kadar umursardı başkasını, kendi hayatının başladığı noktada sonlanırdı umuru. “Vay, sana borçlandım.” dedi bardağını ileri uzatıp yenisini istemeden evvel.

“Ne içiyorsun?” Gözleri yeşil gözleriyle buluşmuş, çenesiyle bardağı işaret ediyordu. Oldukça güzel bir burnu ve kalın dudakları vardı, Michael ona dik dik baktığının, tenini keşfetmek istediğinin farkına varıp bakışlarını kaçırdı ondan.

“Cin tonik.” dedi boğazını temizledikten sonra. Ellerini tezgahın üzerinde birbirine kenetlemiş, bakışlarını da ellerine indirmişti. Her kelimesiyle daha çok merak ediyordu işte şimdi onu, nereden gelmiş ve nereye gidiyordu, hikayesi neydi? Başkasına karşı duyduğu merak ile çoktan sınanıp boyunun ölçüsünü almamış mıydı?

Uslanmaz bir adamdı söz konusu insanlar olunca. Hepsinin peşine düşerdi onlardan kaçmasıyla beraber, merak ederdi onları belki kendi cevaplarını onların sorularıyla arardı. Kendi bilmezdi yaşamayı belki onlar sayesinde bir parça kopardı kendinden de yaşayabilirdi. Taklit ederdi bazen yürüyüşleri, bakışları, belki o zaman onlar gibi düşünür ve bir parçası olabilirdi bir şeylerin, hayatın belki insanların.

“Ben de aynından alabilir miyim?” dedi kadın barmene, gülümseyerek. Barmen iki bardak çıkarıp içeceklerini hazırlarken sessiz kalmayı tercih etse de limonlar dilimlenirken yeniden konuşmaya başladı onunla. Aklından geçenleri söyleyip söylememek arasında kalmış olsa da yapmadığına pişman olacağına yaptığına pişman olmayı göze alarak omuz silkmişti.

Şimdi taklit edilen Michael mı olacaktı? Cemiyetin dışında kendiyle başbaşa olan Michael gibi mi olmak isteyecekti biri, onun içini mi görecekti sahiden? Michael Clifford’u? Bu beklemediği anda beklemediği bir darbeydi işte. Kendiyle yüzleşmek gibiydi, kendi fikirlerinin suratına çarpılmasıydı, huylarının, hislerinin ve belki yaşadıklarının, yaptıklarının bir tokat misali yanağına meşk edilmesiydi. Hazır değildi buna ama zaten de hazır olunacak bir şey değildi bu.

“Aslında yanına gelip gelmemek konusunda kararsızdım.” dedi kadın, gözleri içeceğinin içine bırakılan limon dilimindeydi. “Biraz yalnız kalmak istiyor gibi duruyordun.”

Doğru görmüşsün demek istiyordu Michael, ama cesareti yoktu. İnsanlara ilk aklından geçenleri söyleyemezdi hiçbir zaman, sözleri eğrilir biçilir ve ilmek ilmek işlenirdi kafasının içinde. Nefret ederdi bundan, düşünceliydi ve düşünceli olmaktan nefret ederdi, umarsız olmak isterdi, hayatını yaşamak. Treni kaçırmış olmalıydı artık, biraz geç olmuştu açıkçası.

“Ama sonra fark ettim ki aslında birinin senden yalnızlığını almasına ihtiyacın var.” Michael, sözleri karşısında kaşlarını çatmadan edememişti kadının. Gözlerini daha yeni hayata açmış gibi daha bir dikkatle baktı etrafına, ona, bu kez görülmeye değer bir şey mi vardı yoksa?

Konuşmadan önce yine sözlerini düşünmek zorunda hissetti Michael, bu kez zorundaydı gerçekten de. Biraz düşündü, herkesten kaçıp gelmişti işte oraya, yalnız kalmak için. Şimdiyse yalnız değildi, bir başkası müdahil olmuştu yine hayatına, ondan izinsiz. “Birine ihtiyacım olduğunu nereden çıkardın?”

Genç kadın buruk bir gülümseme yayılan dudaklarını konuşmak için aralamadan önce yüzünü ona döndü. Gözlerinin önüne tek tek dizmişti sanki yaşanmışlıklarını, parmağıyla önüne gelen bardaktaki siyah pipetle oynuyor gözleriyle sanki hatıraları arasından seçim yapıyordu. “Bence insanlar yalnız kalmak istemez çünkü, sadece yalnızca tercih etmek zorunda kalırlar.”

Michael, ilkin ne demek istediğini anlayamadı, yüzünden de yeşil bakışlarından anlaşılıyor olacaktı ki genç kadın sandalyesinde öne kayarak ona bir parça yaklaştı sözlerine devam etmeden önce. “Yalnız kalmak istediğinde aslında yanında kimseyi istemiyor olmazsın, aksine yanında istediğin insanla ya da insanlarla değilsindir. Onlar yerine yanında olanlarla olacağına da tek başına kalmayı tercih edersin.”

Genç kadın sözlerini biraz düşünebilmesi için Michael’e müsade etti. Yeşil gözlerinin üzerindeki kaşları çatılmış, gözlerini perde misali gizleyen kirpikleri birkaç kez kırpışmıştı düşünceleri arasında kendine bir yol açabilmek umuduyla.

Doğruydu söyledikleri, sözleri duyulmadıkça ve nedensiz kederi görülmedikçe yani Michael anlaşılmadıkça kaçmıştı insanlardan. Kaçmış, anlaşılabileceği bir yer bulana dek kaçmış, bakışları bir haykırış olup duyulabilene kadar seslenmişti insanlara. Bakın, demişti, bakın benim bir kederim var, bakın göğsüm dolu varolmanın ağırlığıyla. Yüküm ağır, yolum uzun, yarenim olun.

Bu yüzden istemiyordu dostlarıyla olmayı, haykırışları yanıtsız kaldığından, sessizlik artık Michael’ı bunalttığından kendi başına kalmayı yeğliyordu. Çünkü kimse duymuyor, duymak da istemiyordu; o da kendi duyar, yalnız kendi söyler yalnız kendi dinlerdi. Duymuyordu kimse onu, bu yüzden kaçmıştı. Uzun bir yola çıkmış, tozun toprağın içinden seslenmişti insanlara. Yoldaydı o, meçhule giden bir yolculukta, yanındakiler yoldaşı değildi, bir yoldaşın peşindeydi ama.

Sokakta yağmur yağıyor içeride Brazzaville çalıyordu. Sadrına dolan onca buluta rağmen kendine kör olan gözleri bir yabancıyı görmüş, kulağı bir yabancının sesini duymuştu. Kendini geride bırakamadan cemiyetinden kopup kaçan Michael o akşam o yabancıyla olmaya karar vermişti.

Continue Reading Next Chapter

About Us

Inkitt is the world’s first reader-powered publisher, providing a platform to discover hidden talents and turn them into globally successful authors. Write captivating stories, read enchanting novels, and we’ll publish the books our readers love most on our sister app, GALATEA and other formats.