0.2
Sokakta yağmur varken tanımıştı onu, içinde cehennem yaşarken. Serin bir güz akşamı, kırmızı bir elbise vardı üzerinde, sanki soğuk denen şey onun sıcacık tenine uğramaz gibi. Karalar bağladığı yetmez gibi karalara bürünen de bir adamın yanına yaklaşmaktan çekinmeden, sanki hep beklediği sözleri ona sarf etmek için gönderilmiş gibi. Zihninde kendine bilerek yer açmak için bozuk bir telaffuzla doğru cümleleri söylemek ona biçinlen bir görevmiş gibi misafir olmuştu gecesine, bardağı bardağına yoldaş olsun, bakışlara ona yaren olsun diye.
Sarı saçlarına siyah başlığını kapatmıştı, yüzünü bardağına eğmiş gizleniyordu sanki kendinden gizlenebilir gibi. Şehrin uzak bir köşesinde eski bir pubda oturuyor, bardağının dibini görmeye, gördükçe saymaya yemin etmiş gibiydi. Sayfanın sonuna gelip de aşağıya taşan tek satır gibiydi bazen, kendine biçilen ömründe bazen aşağıda kalan o tümce gibi hissederdi kendini. Kendisi için şekillendirilen o hayatı değiştirmeye cesareti olmamıştı ama hiçbir zaman.
Yağmur damlalarının kaldırımları dövdüğü bir akşamda tanımıştı onu, yüzünde her şeyi hisseden bir tebessümle, kırmızı elbisesi omuzlarından dizlerine dökülürken bir pubın sarı ışıkları altında görmüştü ilk. Yalnızlığı tanımlamıştı ona, kendi göğsü içinde sıkışan hisleri anlayabilsin diye.
Hiç gitmediği şehirlerin özlemini çekerdi ya insan, hiç görmediği evleri görmek, hiç duymadığı kokuları solumak, hiç tatmadığı şeylerin tekrar lezzetine varmak istiyordu. Ancak o zaman noksanlığı telafi olur sanıyordu.
Ne kadar giderse gitsin yollar yetmiyordu ama, aradığı o şehre varamıyordu bir türlü. Kuş olup uçuyor balık olup yüzüyor, meczup olup yürüyordu ama bir türlü bulamıyordu. Belki *Olinda idi o şehir, belki *Raissa belki *Teodara idi aradığı, birini bulmadan diğerinin peşine düşemiyordu bu yüzden. Belki de *Bauci’deydi ve bu yüzden geldiğini bilmiyordu, belki de Bauci’nin sakiniydi de yalnız kendi yokluğunu görmenin hazzına varmıştı. Bir Olindalı da olabilirdi, kendi içine sıkışıp kalmış, içi onu dışarı ittikçe o kendi içine dönüp sıkışıyordu. Belki Raissa’dandı, mutsuzluğunun asıl sebebi buydu. Ya da olsa olsa Teodaralıydı o, zihninin işlek caddelerinde en azılı düşmanını mağlup ettiğinde ara sokaklarda bir yenisinin belirmesinin başka bir sebebi olabilir miydi? Muhakkak Teodarılıydı.
Hiç duyulmamış bir melodinin peşinde mi koşuyordu? Kafasından ses uyduracak hali yoktu ya, muhakkak söylenmiş olmalıydı o şarkı, Michael da dinlemişti tabelasındaki kırmızı ışıklar yanıp sönerken bir dükkanın kapısından. Ama o söylenmemiş şarkı hiç çalmıyordu radyoda, aradan geçen yılları da geri alamıyordu hal böyle olunca.
Kırmızı elbisesi üzerinden akıp giden, boyası bozulmuş dudaklarından mana dökülen, kokusu baharı getiren kadın da *İsidora’dan geliyor olmalıydı. Bir anıydı artık yüreğinde, bir anıydı tüm o arzuları.
Michael’ın gidip varamadığı bir şehirde, hiç bulamadığı bir evde, hiç tatmadığı bir yemeği yiyor, radyoda bir türlü çalmayan o şarkıyı dinliyordu. Bir defterin yapraklarında diğer anıların arasında yaşatıyordu onu. Geride bıraktıkları o şehrin sokaklarında gezinen hayaletlerine kayıyordu onun da aklı biliyordu, o unutulmuş pubın tezgahının kıyısına gelip oturuyordu aklı aynı onunkinin yaptığı gibi. Bir tebessüm hatta bir gülümsemeydi şimdi onun da dudaklarında, biliyordu.
Serin bir güz akşamı rastlamıştı onu, kendi içinde kaybolmuş, eve dönüş yolunu bulamazken. İçindeki hiçlikte karışmıştı tüm kavşaklar, gelip pusula olmuştu ona. Kendisi yitip gitmişken tek yitenin o olmadığını göstermişti, her ademoğlu bir parça yitmişti hakikaten, Michael bunu o zaman görmüştü.
Sokakta yağmur varken tanımıştı onu, içimde cehennem yaşarken. Yeşil gözleri kendininkilerden yüreğine bir yol çizerken bir bardağın dibi ikiye çıkmıştı. Akşamın serinliği engelleyemiyordu sesinin sıcaklığını, sözünün değerini tartmak ise mümkün değildi. Sırtını çıplak bırakan kırmızı elbisesi üzerinden su misali akar, saçları arada bir savrulurken yalnızlığı tanımlamıştı ona, çokken yok birken dünya olmayı göstermişti sonra.